Prof. Dr. Kenan Demirkol'un yazısı...
Beslenmenin Demokratikleştirilmesi
Demokrasinin en önemli tanımlarından biri, kişinin yapmak
istemediği bir şeye zorlanamamasıdır. Diğer taraftan “başkasının ne
yiyeceğine hükmeden kişi en güçlü kişidir” (1). Bizler ne
yiyeceğimize karar verme yetisinden yoksun bırakıldığımıza göre
bugünkü durum insan onuru ile bağdaşmamaktadır.
Kentlerimizdeki beslenme alışkanlığını anlayabilmek için
lokantalarda sunulan besinler ve marketlerin besin reyonlarına göz
atmak yeterli olur. Herhangi bir Avrupa ülkesi ya da ABD’den hemen
hemen hiç bir fark kalmamıştır. Marketlerdeki besin reyonlarında
koridorlarca meşrubat, bisküvi, gofret, çikolata, şekerleme gibi
temel besin maddesi sınıfına girmeyen, çoğu Türkçe olarak
adlandırılmamış binlerce ürün ile karşılaşılmaktadır. Bu ürünlerin
hiçbiri sağlık için gerekli olmadığı gibi insan sağlığını çoğu zaman
ileri derecede tehdit edici niteliktedirler. Temel besin maddeleri
olan ekmek, et, süt, sebze, meyve gibi ürünlerin ise hangi
koşullarda üretildiği takibi yeterince yapılmamaktadır. Bunların
besleyici özelliklerine de kuşku ile yaklaşmak, hatta atalarımız
için sağlık kaynağı olan bu besinlerin sağlığımızı ne oranda tehdit
ettiğini düşünmek ve araştırmak zorundayız.
Lokantalardaki durum da çok farklı değil, hamburgerler, sosisler,
çiftlik balıkları, laboratuar tavukları v.b. ileri derecede
sanayileşmiş tarım ve hayvancılık ürünleri. Daha çok değil, birkaç
on yıl önce tavuk yendiğinde en çok 5-10 kilometre ötedeki bir
çiftlikte serbest dolaşan ve doğadan neyi bulduysa onunla karnını
doyuran, hiç bir ilaç (antibiyotik) ya da kimyasal madde kullanmayan
gerçek tavuklar yenirdi memleketimizde. Dana ve koyun için de benzer
koşullar geçerliydi. Domates ya aynı ilden ya da en çok komşu ilden
pazara gelirdi. Şimdi domatesin nereden geldiği belli değil ayrıca
kendisi değil fotoğrafı geliyor. Bu domatesin tohumu muhtemelen
İsrail’den gelme, zirai mücadele ilacı muhtemelen ABD’den,
hibrit tohum olduğundan gübresi de muhtemelen yine yurt dışından
gelmektedir. Bu şekilde üretilen domates ismen ve şeklen domatestir.
Biyolojik olarak domates olduğundan şüphe duymak gerekir. Verimi
yükselttik diyerek, sadece tohum, gübre ve pestisit üreticilerinin
kar verimliliğini yükseltmiş olduk. Ne pahasına? Besi değeri yarı
yarıya, hatta daha da aza inmiş sebzeler uğruna. Domates seyretmek
için üretilmez. Domates insana vitamin, mineral, antioksidan
sağlasın diye üretilir. Bu maddeler “modern” diye tanımlanan
endüstriyel tarımda en iyimser bakışla asgari yarı yarıya azaldığına
göre, besin maddesi verimi de yarı yarıya azalmış demektir. Hani
verim artmıştı..! Diğer taraftan hibrit tohumlar fazla su
gerektirdiğinden yapılan hatalı sulamalarda topraklarımız
tuzlanmakta, tarım için elverişsiz hale gelmekte. Ülkemizde kişi
başına ekilebilir tarım arazisi 1990-2005 yılları arasındaki 15
yılda %25 oranında geriledi (2) . Hani verim artmıştı..!
Ülkemizde 4 milyon şeker hastası var (3). Eskiden çok az kalp
hastalığı görülen illerimizde dünya metropolleri ile yarışabilecek
hasta sayısına ulaşıldı. Tüm nüfusta ama özellikle çocuklarda
belirgin bir şişmanlama göze çarpmakta.
Ne oldu da bu durumlara geldik? Bunu anlamak için gıda
emperyalizm tuzağına nasıl düştüğümüzü tarih sayfalarını geriye
çevirerek incelememiz gerekir.
Her şey Marshall Yardımı ile başladı. Avrupa 2. Dünya Savaşı’ndan
çok ağır hasar görerek çıktı. 1946 ve 1947 yıllarında buna çok soğuk
geçen iki kış da eklenince Avrupa’da açlık çok büyük bir sorun
haline geldi.
Aynı dönemde ABD savaştan hiç zarar görmemiş, 1920’li yıllardan
beri sürdürdükleri araştırmalarla hibrit tohumculuğu geliştirmiş,
endüstriyel tarıma geçmiş olduklarından çok büyük tarım ürünü
stoklarına ulaşmışlardı. Bu ürünleri ülke içinde tüketmeleri
olanaklı değildi. Ürünlerini dış pazarlara taşımaları zorunluluk
kazandı. ABD’de tarım ürünleri fazlalığı, Avrupa’da açılık denklemi
1948 yılında “Avrupa Kalkınma Planı”nın doğumuna yol açtı. Hedef,
Avrupa’lılara bir bölümü hibe bir bölümü ise kredi tarzında parasal
yardımda bulunarak, verilen paralarla ABD ürünlerini Avrupa’lılara
satmaktı. Türkiye’de bu plana dahil edildi. Türkiye Avrupa’lı ya da
savaştan ağır zarar gördüğü için plana dahil edilmedi. 1947 yılında
komünizmi önlemek için yaşama geçirilen Truman doktrini nedeniyle
Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapıldı ve aynı gerekçeyle
Türkiye “Avrupa Kalkınma Planı”na katıldı. Ülkemizde daha çok planın
fikir babası olan Marshal’ın adıyla anılan bu yardım paketi,
yardımdan çok bir sömürme paketiydi. Birçok alanda tavizlere neden
olan bu plan (4) (5), gıda açısından bağımlı hale gelmemizin
başlangıcı oldu.
ABD dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. Geçmişte de bu
böyleydi. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmek için değişik
yollar aramıştır. Bunlardan biri de mısırözü yağı ihracaatıdır. İşte
Marshal yardımının koşullarından biri ABD’den mısırözü yağı
almamızdı (6). Aynı açılımla Türkiye’de ilk margarin fabrikası
kuruldu (7). Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına
ve margarine alıştırıldı. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar
gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmadı; halbuki zeytinyağı
dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.
Zeytinyağını kötüleyen türkü yapıldı (Zeytinyağlı yiyemem aman,
basmadan fistan giyemem aman. ...). Bursa yöresine ait bu türkü 2
Kasım 1954 tarihinde derlenmiştir (İhsan Kaplayan, Repertuar
numarası 1133). Milyonlarca zeytin ağıcı kesildi o dönemde. ABD
zeytinyağımızı Dolarla satın alıyordu, teşvik edici olsun diye. Türk
halkı zeytinyağına sırtını döndükten sonra ise başlarda TL karşılığı
bize satılan mısırözü yağı artık Dolarla satılmaya başlandı.
Zeytinyağımızı ise almaktan vaz geçtiler, zaten satacak pek
zeytinyağı da kalmamıştı. Türk toplumu sıvı yağ dendiğinde mısırözü
yağı, katı yağ dendiğinde ise margarin anlar olmuştu.
1960lara gelindiğinde mısırözü yağına alternatif bir yağ ülkemize
girmiştir. Bir Amerika bitkisi olan ayçiçeği esas ülkesinde çok
rağbet görmemiştir. 1500 yıllarında İspanya’ya getirilen ayçiçeği
Avrupa’ya bir süs bitkisi olarak yayıldı. İlk kez 1716 yılında
İngiltere’de ayçiçeği tohumundan yağ elde edilmesi ile ilgili patent
hakkı alındı fakat yağ üretimine başlamadı (8). Ayçiçek yağı ilk kez
Rusya’da 1769 yılında elde edilir, 1830 yılında sanayi üretimine
geçilir (9).
1960’lı yıllarda Bulgaristan üzerinden ülkemize gelen ayçiçek
yağının halen en çok Trakya’da üretilmesinin ana nedeni de budur.
Yanlış anlaşılmasın, bu yağ da çok uluslu şirketler aracılığı ile
gelmiştir.
Aynı yıllarda ABD’de hibrit tohumculuğu zirveye ulaşmıştı, fakat
dünyada hiç kimse bu tohumları istemiyordu. Hibrit tohumları nasıl
satabiliriz araştırmasına giren ABD’nin “Avrupa Kalkınma Planı”nda
oynadıkları açlık kartı akıllarına geldi ve yine aynı oyunu
oynadılar: “Dünyada bir milyar aç insan var, bunları ancak verimi
yüksek tohum kullanarak doyurabiliriz” dediler ve “Yeşil Devrim”
diye anılan projeyi başlattılar. Bu proje ile ilk olarak Pakistan ve
Hindistan’a bedava tohum verdiler. Bu tohumlar bazı koşullarda yerel
tohumlardan daha yüksek verim vermektedir (kilo bazında, besi değeri
bazında değil, bkz. önceki bölüm). Bunun için ama çok fazla suya ve
özel gübreye gereksinimleri vardır. Ayrıca zirai mücadele ilaçları
da özel. Tohumu pazarlayan şirket gübre ve zirai mücadele ilacını da
parzarlıyor. Bu tohumlar başlangıçta kısır olduğundan sadece
bir kez ürün vermekteydiler, ertesi yıl ekildiğinde ürün
alınamamaktaydı. Tepkiler üzerine şirketler kısır tohum uygulamasını
bitirdiler. Ancak yine de sebze üreticisi ürününden elde ettiği
tohumu ektiğinde bitki çıkmakta meyvesini vermemektedir. Hindistan
ve Pakistan ilk yıldan sonra bu tohumları ve gerekli diğer maddeleri
satın almak zorunda kaldı. Hala da aynı durumda. 1980 yılında
Türkiye de Yeşil Devrim programına katıldı(10). Hibrit tohum,
Anadolu tohumuna göre çok daha fazla su gerektirdiğinden, halen de
sulama yöntemimiz %94 oranında vahşi sulama olduğundan (11) geniş
tarım arazileri tuzlandı, tarım yapılamaz hale geldi. Damla sulama
ya da yağmurlama tarzı sulamaya geçilmesi düşünüleceğine yüzlerce
sulama barajı yapılarak suyun ekosistemi bozuldu. Bu tercihli
politikalarla 1955 yılında kişi başına 8500 metreküp su rezervi olan
Türkiye (12), şimdi kişi başına 1466 metreküp su rezervi ile suyu
kıt ülkeler sınıfına girmiş bulunmaktadır .(13)
1999 İMF kapitülasyonuyla Türkiye özellikle tarım alanında
oldukça köşeye sıkıştırıldı. Bu emperiyal baskı ile 2001 yılında
şeker yasası çıkartıldı. Türkiye Dünya’nın dördüncü büyük şeker
pancarı üreticisi olduğu halde nişasta bazlı şekere (NBŞ) %10 kota
tanındı. Bakanlar kuruluna da yıllık bazda %50 azaltma ya da
arttırma yetkisi verildi. O yıldan beri bakanlar kurulu genellikle
yetkisini %50 arttırma yönünde kullandı. Her ne kadar NBŞ
üreticileri kendi ürünlerinin ayrı bir pazarı olduğunu bu
nedenle de pancar üretimine rakip olmadıklarını iddia etseler de, bu
insanı saf yerine koymaktan öte bir iddia değil, çünkü sanayide NBŞ
üreticilerinin ürünleri ile yapılan her şey önceden pancar şekeri
ile yapılmaktaydı. Sanayici ucuzluğu yüzünden NBŞ ürünlerini tercih
etmesi başka, yapılabilirlik başka.
Nişasta bazlı şeker, doğada bulunan bir nişastanın kimyasal ve
enzimatik yollarla glikoz ya da früktoza dönüştürülmesidir. Nişasta
ham maddesi olarak mısır kullanılmaktadır. Nişasta binlerce glikoz
molekülünün biraraya gelmesi sonucu oluşur. Bu nedenle kimyasal
yollarla nişasta yapı taşı olan glikoza dönüştürülebilmektedir.
Glikozu früktoza dönüştürmek için ise enzimler kullanılmaktadır
(14). Bu enzimlerin elde edilişi çok ilginç. Doğal enzimler oldukça
az bulunduğundan ticari amaçla ucuz enzim elde edebilmek için
genetik yapısı değiştirilmiş mikroorganizmalar (bakteriler)
kullanılmaktadır. Ancak genetik teknoloji ile bu enzimlerin ticari
kullanımı mümkün olmuştur. NBŞ üretiminde bir yandan genetik yapısı
değiştirilmiş ithal mısırların kullanım riski vardır diğer yandan
ise zaten üretim sürecinde GDO’lu bakterilerden elde edilen enzimler
kullanılmaktadır . (15)
Genetik yapısı ile oynanmış organizmalardan elde edilen
maddelerin insan sağlığına etkileri henüz tam olarak
bilinmemektedir. Ancak bugüne kadar yapılan araştırmalara göre
antibiyotiklere direnç, hayvan deneylerinde sakat doğumlar gibi
oldukça ürkütücü bulgular saptanmıştır (16). GDO kökenli maddelerin
sağlık sonuçları tam olarak aydınlatılmadan topluma sunulması ciddi
bir sorumsuzluk örneğidir.
NBŞ’lerin diğer bir sakıncası pancardan elde edilen şekerden daha
fazla früktoz içermesidir. Çağımızda gelişmiş ülkelerde ve özellikle
ABD’de son 30-35 yıldır görülen şişmanlık hastalığının (toplumun
%60’ı obez) ana nedenlerinden birinin mısırdan elde edilen,
früktozdan zengin NBŞ olduğu bilim çevrelerinde kabul edilen bir
gerçektir (17). Früktoz insanda bağırsaktan emildikten sonra hemen
karaciğere taşınır ve trigliseritlere (kan yağlarına) dönüştürülür.
Bu yağlar hem şişmanlamaya yol açar, hem de kolesterolü oksitleyerek
oksi-kolesterol oluştururlar. Oksi-kolesterol damar sertliğinin (ateroskleroz)
ana yapı taşıdır. Ayrıca früktoz insan vücudundaki tüm hücrelerin
insüline direnç kazanmalarına yol açarak şeker hastalığı oluşumunu
kolaylaştırır (18). Bakır metabolizmasını bozarak yine damar
sertliği, osteoporoz (kemik yumuşaması), yüksek tansiyon gibi kronik
hastalıklar diye adlandırılan geniş bir hastalık grubuna yol açar
.(19)
Gıdalarla alınan glikozun metabolize edilebilmesi için insülin
gerekli olduğundan, bağırsaktan glikoz emilir emilmez daha
karaciğere varmadan insülin reseptörleri uyarılarak insülin
salgılanmasına neden olur. İnsülin salgılanmasıyla olumlu bir
gelişme de olur: insülinle birlikte tokluk hormonu olan “leptin” de
salgılanır. Böylece insan tokluk hissettiğinden yemeye ara verir.
Früktoz insülin salgılatmadığı için leptin salgılanması da oluşmaz,
böylece de tokluk hissi gelişmez. Bu da aşırı kalori alınımına ve
şişmanlığa yol açar. Kronik hastalıkların oluşumunda şişmanlık kilit
bir öneme sahiptir. Hem kalp-damar hastalıkları hem de bazı kanser
cinsleri şişman hastalarda çok daha fazla görülmektedir (20).
İnsanı şişmanlatan en önemli madde früktozdur. Bilinçli olarak
besin maddesi demiyor, sadece madde olarak adlandırıyorum, çünkü
insan organizmasının hiçbir işlevi için früktoza gereksinim yoktur.
Beslenmek beden gereksinimlerinin sağlanması olduğuna göre bedenin
hiç gereksinim duymadığı bir maddeyi de besin maddesi olarak
adlandırmak olası değildir. Aynı şey glikoz için de geçerlidir. Bu
nedenle bu iki şekerin gıdarla alınması insana “boş kalori” verir.
Boş kalori çünkü hiçbir beslenme işlevini yoktur. Sadece
şişmanlatır.
Yukarıda da belirtildiği gibi hem früktoz hem glikoz şişmanlatıcı
etkiye sahiptir. Ancak früktoz glikoza göre daha tehlikelidir. Bu
nedenle NBŞ’lerden uzak durmak gerekir. Aslında şekerden tümüyle
uzak durmak en doğru davranış olur.
18. YY’lın başlarında Avrupa’da yıllık şeker tüketimi bir tatlı
kaşığı kadar iken (21), günümüzde kişi başı yıllık tüketim ortalama
70 kilograma yükselmiştir.
İki yüz yıl öncesine kadar şeker sadece şeker kamışından
üretildiği için oldukça pahallı bir üründü. Amerikan kıtasıyla
yapılan ticaret hacminin artmasıyla 18 YY boyunca şeker fiyatı
giderek düştü ve Almanya’da ılıman iklimlerde yetişen şeker
pancarından şeker üretilebileceğinin keşfedilmesi ve 1801 yılında
ilk fabrikanın kurulmasıyla şeker fiyatı daha da ucuzlayarak yaygın
kullanıma açılmış oldu. 1805 yılında İngiltere’de yıllık tüketim 5
kg’a yükselmişti.
Son iki yüz yıldır insan bedeni hiç gereksinimi olmadığı halde
aşırı şekere maruz kalmaktadır. Bu ülkemiz insanı için de ne yazık
ki böyle. Şeker fabrikalarının yıllık üretimi 2.2 milyon ton, kaçak
olarak ülkemize giren şeker miktarının 1 milyon ton olduğu tahmin
ediliyor ve NBŞ üretiminin de yıllık 300 bin ton olduğunu
düşünürsek, yeni doğan bebekler dahil kişi başı yıllık şeker
tüketimini yaklaşık 50 kilogram olarak hesaplamak mümkün. Doğu-Batı,
ya da kent-köy alım gücü farkı göz önünde bulundurulursa özellikle
batıdaki kentlerde şeker tüketiminin Avrupa’nın ortalama şeker
tüketimi olan 70 kg dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle
de Avrupa’da görülen kronik hastalık artışının aynısı kentlerimizde
de görülmektedir.
İnsan bedeni günde yaklaşık 15 gram früktozu yağa dönüştürmeden
metabolize edibilmektedir. Pancardan ya da şeker kamışından üretilen
şeker (“sakaroz”, bir yapay tatlandırıcı olan sakarin ile
karıştırılmamalı) bir molekül glikoz ve bir molekül früktozdan
oluşmaktadır. Bu nedenle sakaroz (kesme şeker, toz şeker) yendiğinde
eş miktarda glikoz ve früktoz alınmış olur. Bedenimiz 15 gram
früktozu yağa dönüştürmeden metabolize edebildiğine göre günde
yediğimiz meyvedeki şeker de dahil edilmek koşuluyla 30 gramdan
fazla şeker (sakaroz) yenmemelidir. Bu da yılda 11 kg’a denk gelir.
Zararsızca metabolize edebileceğimizden 5-7 kat fazla şeker
tüketilmesi bunun bir kısmının da früktozdan zengin NBŞ olarak
alınması, bugünün hastalık tablosunu açıklayan çok önemli bir
unsurdur.
Belli bir yasal zorlamayla olmasa da ticari baskılar sonucu
hayvancılığımızda da köklerimize göre belirgin farklılıklar oluştu.
Onbinlerce yıldır Anadolu ekosisteminin oluşturduğu yerli ırk
inekler et ve süt verimi yüksek (?) yabancı ırklarla
melezleştirildi. Ya da tümüyle yabancı ırk hayvanlar ithal
edilerek bunlar beslendi. Veteriner hekimlik okullarında
sürdürülen eğitim, bu hayvanlardan nasıl en çok süt ya da
karkas elde edilebileceğine göre ayarlandı. İnsan sağlığı hiç hesaba
katılmadı, sanki bu ürünler uzaylılara pazarlanacakmış gibi
davranıldı, hayvan sağlığı ile de sadece sermaye kaybı olmasın diye
ilgilenildi. Onbinlerce yıldır meralarda, steplerde beslenen
hayvanlar ahırlara tıkılarak kendi pislikleri için boğulmalarına göz
yumuldu. Hijyenik olmayan bu ortamda hasta olmamaları (sermaye
kaybı) için antibiyotiklerle şişirildiler. Süt verimi artsın diye
hormonlar (ülkemizde yasak olduğu iddia edilmekte) verildi. Merada
otlayacağına önüne pancar küspesi, mısır silajı, arpa, saman gibi
nişasta ağırlıklı besinler verildi. Nişasta ve dolayısıyala şeker
nasıl insanı şişmanlatıyorsa hayvanda da semirmeye yol açıyor.
Hayvanın beslenmesindeki bu değişim insan sağlığında büyük kayıplara
yol açmıştır.
Çayır otu, yonca gibi yeşil bitkilerde ağırlıklı olarak var olan
yağ asidi (yağların yapı taşı yağ asitleridir) omega-3 yağ asididir.
Doğada birkaç çeşit omega-3 yağ asidi bulunur. En yaygın olan 3
tanesinin biri bitkilerde bulunan alfa linolenik asittir, diğer
ikisi ise hayvanlarda bulunan eikosapentaen asit (EPA) ve
dokosahekzaen asittir (DHA) . Çayır otu ve yonca gibi yeşil
bitkilerde şeker ve nişasta ya hiç bulunmaz ya da ihmal edilebilecek
miktardadır.
Mısır, arpa, buğday gibi tahılların ana yağ asidi omega-6 yağ
asididir. Ayrıca bu bitkilerde bol miktarda nişasta bulunur.
Nişastadan zengin ya da pancar küspesinde olduğu gibi şekerden
zengin besin verildiğinde, hayvanın iç yağında ve süt yağında
belirgin değişiklikler olur. Merada otlayan hayvanın iç yağında
başlıca doymuş yağ asidi stearik asittir. Stearik asidin erime
derecesi 37 derecenin üzerinde olduğundan fakat insan vücut ısısı
36,5 derece olduğundan tüm stearik asit eriyerek emilmemektedir.
Yine de eriyip emilen stearik asit vücutta hızla oleik aside
dönüşür. Oleik asit zeytinyağının ana yağ asididir. Diğer bir ifade
ile; dedelerimizin Adana kebaba koydukları iç yağ aslında zeytinyağı
idi. Nişasta ve şekerden zengin besinler alan hayvanların iç yağının
ana doymuş yağ asidi palmitik asittir. Bu yağ asidi daha düşük ısıda
erir, bu nedenle de tümüyle bağırsaktan emilir. Palmitik asit damar
sertliğine yol açan üç doymuş yağ asidinden biridir (diğer ikisi
laurik asit ve miristik asit). Bu üç aterojenik (damar sertliğine
yol açıcı) yağ asidi kolesterolü oksitleyerek oksi-kolesterol
oluşumuna yol açar. Daha önce de belirtildiği gibi oksi-kolesterol
damar sertliğinin yapı taşıdır. Diğer taraftan insan sağlığı için
vazgeçilmez olan omega-3 yağ asitleri de sadece merada otlayan
hayvanlarda bulunmaktadır.
Bir de süte bakalım. Merada otlayan hayvanın sütünde ağırlıklı
olarak doymamış yağ asitleri vardır. Aterojenik doymuş yağ asitleri
çok az bulunur. Nişasta ve şeker ağırlıklı beslenen hayvanın sütünde
ise %41 oranında miristik asit (daha önce adı geçen üç aterojenik
yağ asidinden biri) bulunur. Bu nedenle bugün marketlerden ya da
pazarlardan alınan süt ve süt ürünleri insan sağlığını tehdit
edicidir. Ayrıca merada otlayan hayvanın sütünde olup da yapay
beslenen hayvanın sütünde olmaya 3 çok önemli madde vardır.
- Bunlardan biri omega-3 yağ asidi, günümüz yaşam koşullarında
sadece balıktan aldığımız yaşamsal yağ asidi. Aldığımız denilse de
ne yazık ki toplumun çok az bir bölümü dışında kronik omega-3
eksikliği mevcut. Bu durum birçok kanserin oluşumundan sorumludur ve
kalp-damar hastalığı ve inme gibi çağımızın ana ölüm nedenlerinden
birini oluşturmaktadır.
- Diğer bir madde yine bir yağ asidi; konjüge linoleik asit
(CLA). Bu madde sadece merada otlayan hayvanları sütünde bulunur ve
insan sağlığı açısından çok önemli iki işlevi vardır. CLA doğada
bilinen en güçlü antioksidanlardan biridir. Hem damar sertliği ve
buna bağlı hastalıkların önlenmesinde hem de bazı kanserlerin
gelişmesinin engellenmesinde çok güçlü etki gösterir. Nitekim
CLA’dan zengin beslenen kadınlarda meme kanseri gelişme riski aynı
yaş ve risk grubu diğer kandınlara göre %60 daha azdır. CLA’nın
diğer özelliği ise şişmanlamayı (yağlanmayı) engellemesidir. Bu
nedenle bazı insanlar CLA hapları kullanmaktadır. Ancak hap olarak
satılan CLA’lar aspir çiçeğinden elde edildiğinden inek sütünden
elde edilenden farklı bir üç boyutlu yapıya sahiptir. Aspir
çiçeğinden elde edilen CLA esas CLA’nın bazı özelliklerini gösterse
de kalp kasını zayıflatarak kalp yetersizliğine yol açabilmektedir,
asla kullanılmamalıdır.
- Üçüncü madde insüline benzer büyüme hormonu (insuline-like
growth hormon) dur. Bu madde insan vücudundaki tüm hücrelerin
kendini yenilemesine yardımcı olmaktadır.
Görüldüğü gibi salt mera otları ile beslenen hayvanın sütü,
tereyağı, yoğurdu, peyniri sağlığımızı koruyucu çok değerli bir
besin iken “modern” hayvancılıkla elde edilen süt ve ürünleri insanı
hasta eder özelliktedir. Ekolojik hayvancılık yasamız, hayvan
beslenmesinde verilen tüm besinlerin ekolojik tarımla elde edilmiş
olmasını öngörüyor fakat %10 oranında endüstriyel besinlere izin
veriyor ve nişasta ve şeker gibi hayvanın geleneksel beslenmesinde
hiç yeri olmayan besinleri kısıtlamıyor. Bu nedenle bio-süt, ya da
ekolojik süt ürünleri insan sağlığını sadece kısıtlı olarak
koruyabilirken, insan sağlığına zararlı maddeler de vermektedir.
İnsanı koruyucu hayvancılık sadece türe özgü doğal beslenme ile
sağlanabilir.
Bu yazının giriş bölümünde dile getirildiği gibi temel besin
maddelerinin üretimleri de ne yazık ki insan sağlığını tehdit edici
niteliktedir.
Son 60 yılda besin maddelerimizi, dolayısıyla da sağlığımızı bu
şekilde kaybettik. Fakat bu doğru olamaz çünkü aynı süre içinde
ortalama yaşam süresi beklentisi her iki cinste de 5-10 yıl kadar
uzayarak bugün 70 yaşın üzerine çıktı.
Yaşam süresi beklentisinin uzamasının 4 ana nedeni var:
1.Ülkemizde yenidoğan ölümleri belirgin oranda azaldı (2005’te binde
22,8) (22).
2.Doğuma bağlı anne ölümleri çok azaldı.
3.Aşılama ve antibiyotiklerle enfeksiyon hastalıklarına bağlı
ölümler azaldı.
4.Savaşlar azaldı.
Yaşam süresi uzaması bu nedenlerle oldu. Son 60 yıl içinde
gıdalarımızı bozmasaydık ortalama yaşam süresi beklentisi çok daha
yüksek olabilirdi. Nitekim sanayileşmiş ülkelerde son yıllarda
sürekli yükselen ortalama yaşam süresi beklentisi 2 yıldır artık
düşüşe geçmiştir. Bu özellikle son 40-50 yıldır giderek yapaylaşan,
şeker içeriği, trans yağ asidi içeriği, aterojenik yağ asit içeriği
yüksek gıdalara bağlanmaktadır.
Beslenme emperyalizminin ölümcül kıskacından kurtulmanın
yollarını bulamazsak 20’li yaşlarda kalp krizi, çocukluk yaşlarında
şeker hastalığı ve evlenme çağına gelmeden kanser olan insanları
görmeye kendimizi şimdiden alıştırmamız gerekir.
Tabii ki böyle olması gerekmez. Neler yapılabileceğine göz
atmadan önce büyük filozof Noam Chomsky’nin neoliberalizm ve küresel
dünya düzeni başlıklı yazsına göz atmakta yarar var: „Stabiliteyi
tehdit eden ulusal hükümetler başka ülkeleri de hasta edebilecek
„virüsler“ olarak adlandırılırlar. 1948 yılının İtalya’sı bunun için
bir örnektir. Aradan 25 yıl geçtikten sonra Henry Kissinger (ABD’nin
eski dışişleri bakanı) Şili’yi toplumsal değişim olasılığı
bağlamında yanlış mesajlar verebilecek ve başka ülkeleri
hastalandırabilecek bir virüs olarak adlandırmıştır” (23). Noam
Chomsky bu yazısında kapitalistlerin şu görüşünü de açığa vurur:
„ulusalcı hükümetler CUŞ’ları (çok uluslu şirketler) en çok tehdit
eden hükümetlerdir ve bu nedenle gerekirse zor kullanılarak ulusalcı
iktidarlar yok edilmesi gerekir“.
O halde yapılacakların başında ulusalcı yapımızı var güçle
korumak gelmektedir.
Bunun dışında neler yapabiliriz sorusunun elbette tek bir yanıtı
yok, fakat kestirmeden gidilmek istenirse küçük çiftçiliği korumak
ve geliştirmek yanıtı verilebilir.
Sayın tarım bakanı kırsal kesimde çalışanların sayısının %26’ya
gerilemesinden övünç duymaktadır. Sanayileşen ülkelerde sanayinin
gereksinimi olan çalışma gücünün kırsal alandan çekilmesi doğal ve
durdurulmaz bir gelişmedir. Ancak çiftçinin tarım yapmasını
engelleyici yasalar çıkartarak kırsal alanda varoluş olanaklarını
kaybettirerek çiftçiyi köyden uzaklaştırıp kentlerin varoşlarına
mahkum etmek, sağlıklı bir toplum oluşturmak için yapılması
gerekenin tam tersidir.
Dünya Sağlık Örgütünün Avrupa Bürosu kronik hastalıkların
önlenmesi için başlatmış olduğu CINDI programı kronik hastalıkların
önlenmesinde tarımla ilgili bazı önerileri de olmuştur (24). Bu
öneriler, tarımsal üretimin yerel yapılıp yerel tüketilmesi ilkesine
dayanır. Bu ilkenin birkaç gerekçesi vardır:
-İnsan sağlığına en uygun gıda kendi ekosisteminde yetişen
ürünlerdir.
-Yakın çevreden edinilen sebze ve meyveler tüketiciye varana
kadar uzun bir yol katetmek zorunda olmadığından henüz olgunlaşmadan
toplanması gerekmez, dalında olgunlaşmasına izin verilebilir,
böylece vitamin, mineral ve antioksidan içeriği daha yüksek olur.
-Besinlerin ülkeler hatta kıtalar arasında taşınması için çok
büyük enerji gereksinimi olmaktadır. Nitekim ABD’de bir yılda
tüketilen enerjin toplamının %17’si gıda taşımacılığına
harcanmaktadır (25). Küresel ısınmanın yerküremizi tehdit ettiği
çağımızda bunun ne kadar önemli bir konu olduğu kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.
Küçük çiftçilik ile üretilen ürünler besi değeri açısından
endüstriyel tarımla elde edilenlerle karşılaştırılamayacak kadar
üstündür. Fakat bu sadece bir özelliği. Küçük çiftçilik toprağı da
koruduğundan gelecek nesillerin de beslenmesini güvence altına
almaktadır.
Küçük çiftçiliği desteklemek toplumumuzun geleceğini desteklemek
anlamına gelir. Bu amaçla son yıllarda emperyalist baskılar sonucu
çıkartılmış olan şeker yasası, tohum telif yasası, tohumculuk
yasası, tarım yasası gözden geçirilip Türk tarımını ÇUŞ’lara peşkeş
çeken maddeler çıkartılmalıdır. Yıllardır bekletilen biyogüvenlik
yasası çıkartılarak ülkenin GDO cennetine dönüştürülmesi
engellenmelidir.
Sigmar Groeneveld "Gıdanın Ölümü“ başlıklı yazısında global
stratejiler ölçeğinde bakıldığında genetik teknoloji CUŞlar için çok
önemli bir araçtır. Kabaca söylemek istenirse genetik teknoloji
küçük çiftçiyi yok etmeye yönelik en güçlü silahtır, demektedir
(26). Küçük çiftçimizi korumanın başlıca koşullarından biri
biyogüvenlik yasasının çıkartılmasıdır.
Sonuç olarak beslenmenin demokratikleştirilmesi, küçük çiftçinin,
topraklarımızın, suyumuzun ve hayvanlarımızın özgürleşmesi ile
sağlanır.
Bu önerilerle toplumu beslemek olanaklı değil, bilime karşı mı
geliyorsunuz, bizi orta çağa geri mi götürmek istiyorsunuz diye
karşı çıkanlar elbette olacaktır. Karşı çıkanlara bir hesap sunmak
istiyorum:
2009 bütçesinden tarım desteğine ayrılan pay 4,95 milyar TL,
yasal olarak 11 milyar TL ayrılması gerekirken (yasa: bütçenin en az
%1’i tarım desteğine ayrılır). Tarımın bu şekilde ihmal edilmesinin
sonucu hatalı beslenme kaçınılmaz olmaktadır. Başlıca hatalı
beslenme, tütün kullanımı, hareketsiz yaşam sonucu gelişen kronik
hastalıkların tedavisi tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde
de sağlık harcamalarının yaklaşık %70’ini gerektirmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 2005 yılında Türkiye’de kişi
başına sağlık gideri 592 Dolar olarak verilmekte, ülke nüfusu ise
73.922.000 olarak bildirilmektedir (27). Buna göre 2005 kuruna göre
Türkiye sağlık giderleri 58 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Bunun
yaklaşık %70’i kronik hastalıkların tedavisine harcanması
gerektiğine göre Türkiye 2005 yılında 40,7 milyar TL bu uğurda
harcamıştır, çok uluslu ilaç ve tıbbi araç-gereç firmalarının
yararına.
Tarıma sadece 4 milyar destek verilir ve küçük çiftçi tasfiye
edilirse karşılığında 40 milyar TL tedaviye para harcanır.
İnsanların hastalanması sonucu oluşan sosyal ve psikolojik yara da
cabası.
Aklını kullanma cesareti göster! (28).
Dipnotlar
(1) Maguelonne Toussaint-Samat. History of Food. Blackwell
Publishing, Sayfa 16, 1994.
(2)
http://nkg.tuik.gov.tr/tum.asp?gosterge=48&Submit=G%F6r%FCnt%FCle
(3) Sağlık Bakanlığı Kronik Hastalık Raporu, yıl 2006.
(4) Nadir Avşaroğlu. Marshall planı, Amerikan dış kredileri ve
Türkiye madencilik sektörüne etkileri.
http://www.maden.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=2865&tipi=5&sube=0
(5) Geçmişten Günümüze Hava Ulaşımı “Tayyareden uçağa bir montajın
öyküsü”. Mühendis ve Makina Dergisi, Sayı:491, Aralık 2000
(6) Osman Nuri Koçtürk. Yeni sömürgecilik açısından gıda
emperyalizmi. Toplum Yayınları 1966.
(7)
http://www.unilever.com.tr/ourcompany/aboutunilever/unileverataglance/
(8)
http://www.sunflowernsa.com/all-about/default.asp?contentID=41
(9)
http://www.sunflowernsa.com/all-about/default.asp?contentID=41
(10) CIMMYT and Turkey. CIMMYT E-News, vol 2 no. 11, November 2005
(11) "Türkiye’nin Su Reçetesi”, Türkiye’nin Su Politikaları
Görüşü ,
http://www.dogadernegi.org/data/pdf/Su_gorusu.pdf?sayfa=su-gorusu,
(12) Adel Darwish. The next major conflict in the Middle East: Water
Wars. Geneva conference on Environment and Quality of Life, Haziran
1994.
(13) Çevre ve Orman Bakanlığı 2008 Bütçe Sunuş Konuşması, Aralık
2007.
(14) Prof. Dr. Nevzat Artık. Nişasta ve Nişasta bazlı endüstri
inceleme raporu.
Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği
Bölümü, Ankara, 2008.̈
(15) Mark Anthony, Ph.D. Nutrition Beyond the Trends: The Devil and
High-Fructose Syrup.
http://www.foodprocessing.com/articles/2006/145.html
(16) Effect of diets containing genetically modified potatoes
expressing Galanthus nivalis lectin on rat small intestine. Lancet,
Vol 354, No 9187, pp 1353-1354, Oct 1999.
(17) Stanhope, KL, Havel, PJ. Fructose consumption: potential
mechanisms for its effects to
increase visceral adiposity and induce dyslipidemia and insulin
resistance. Current Opinion in Lipidology
19:16–24, 2008.
(18) Elliott SS, Keim NL, Stern JS, Teff K, Havel PJ. Fructose,
weight gain, and the insulin resistance syndrome. Am J Clin Nutr;76:911–22,
2002.
(19) Sanda, B. The Double Danger of High Fructose Corn Syrup.
http://www.westonaprice.org/modernfood/highfructose.html
(20) Wardle J. Obesity and Cancer.
http://www.google.com.tr/url?sa=t&source=web&ct=res&cd=3&url=http%3A%2F%2Fscience.cancerresearchuk.org%2Freps%2Fpdfs%2Fobesity.pdf&ei=EEuGSbPDGpid-ga-7rQa&usg=AFQjCNFKxaXVSO8pY6HtSW3Y-GrOmZRm-g&sig2=Pii7fnbn7oHJZTo6Cn0wNw
(21) Braudel F. The Structures of everyday life. Sayfa 226.
University of California Press, 1992.
(22) Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri.
http://nkg.tuik.gov.tr/tum.asp?gosterge=2&Submit=G%F6r%FCnt%FCle
(23) Noam Chomsky. Neoliberalismus und Globale Weltordnung. Dinge
der Zeit, Ağustos 1997
(24) CINDI dietary guide. Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bürosu, yıl
2000.
(25) Seedling Biodiversity, Rights and Livelihood. Agrofuels special
issue. Temmuz 2007.
(26) Sigmar Groeneveld. Vom Aussterben der Nahrung: Gentechnologie
und Lebensmittel
umwelt •medizin•gesellschaft • 15(2), Sayfa 135, yıl 2002.
(27)
http://www.who.int/countries/tur/en/
(28) Immanuel Kant, 1784
Mülkiye Dergisinde (Bahar 2009, sayı: 262, s: 313-324, Ankara)
yayınlanmıştır.
|